27 Kasım 2015 Cuma

ÖN YARGILAR, ÖN YARGILARIMIZ

Ön yargı; bilmediğimiz şeyler hakkında beynimizin bize sunduğu sağlam temellere dayanmayan, iç kemiren düşünce yığınıdır. Düşünce yığını diyorum çünkü; sevmediğimiz, korktuğumuz, en önemlisi bilmediğimiz tüm her şeye karşı olumlu ya da olumsuz bi takım fikirler üretebiliyoruz. Bu iç kemiren düşüncenin kurbanlarından biri de halkla ilişkilercilerdir yani nam-ı diğer PR’cılardır.
Halkla ilişkilerin bilinmediği bilinenlerin de yarım yamalak olduğu zamanlarda bir zat-ı muhtemin(!) ortaya atmış olduğu (ben bu düşünceyi ön yargısına veriyorum) kötü sıfat hala bizim peşimizden gelmektedir. “Yalancılık” bir meslek grubuna verilecek en kötü sıfattır elbette...

Ön yargı duvarını yıkıp, şapkaları önümüze alıp düşündüğümüzde; (elimizi de vicdanımıza koyarak tabi) doğru sonuca ulaşmak kesindir kanımca! Yahu; “açıklık, doğru bilgi vermek ve inandırıcılık” gibi ilkeleri benimseyen bir meslek yalan söyler mi? Bu işi yapan insanlar yalancı olur mu? Ya da yalancı halkla ilişkilerci (defolu halkla ilişkilerci) bu İş’te başarılı olur mu?
Karıştırılan nokta şudur; PR mesleği kelimeyi etkin kullanma temeline oturtulmuş bir meslektir. Yani kelimeleri, cümleleri çarpıtarak değil onları ustaca kullanarak doğruları en uygun biçimde aktarmayı amaçlar...
Neticede; toplum olarak yalana olan nefretimiz takdire şayandır. Yalanı sevmiyoruz! (yalanı kim sever ki?) Öyle ki yılandan korkmuyoruz yalandan korktuğumuz kadar, mesela yalancının mumu bile uzun yanmıyor yatsıda sönüyor.
O halde bırakın mumlarımız hiç sönmesin yansın, bırakın mumlarımız her yeri aydınlatsın!


20 Kasım 2015 Cuma

OLAYLAR OLAYLAR

Bir yazar  okulumuza  gelmişti. Söyleşi yapmaya sözde söyleşi  tabi ki yazarın anlaşılmayan cümlelerini üzerimize bir çağlayan gibi akıtıp sonrasında sorusu olan var mı arkadaşlar diye bitirdiği tek kişilik söyleşi işte.
Kitaplarını okumaya başlamıştım yazarın söyleşi öncesinde hemde altını çizerek.( Beni tanıyan dostlarım bilir olur da kitabımın canı acır diye kalemden uzak tutarım kitaplarımı kalemle polemiğe girmelerini istemem zira bir polemik en çok kağıtla kaleme yaraşır.) heyecanlıydım daha da doğrusu meraklıydım. Bir yazar nasıl olur merak ediyordum onlarında benim gibi olduğunu düşünüp düşünüp şaşırıyordum... çocuktum diyeceğim ama çocuk değildim 13 yaşında kocaman bir kızdım öyle ki ailemden kilometrelerce uzakta bir  yurt odasını 6 arkadaşımla paylaşıyordum. Üstelik hiç de ağlamamıştım. (konu buraya gelince hep uzatırım yanımda beni dürtüp susturacak biri olmalı bu durumlarda)
Sonrasında  yazar geldi konuştu konuştu konuştu. Bu arada yazar standart bir insan özelliğine sahipti :)

Sorusu olan var mı kısmına geçtik ve soru sorma isteğimi bastıramadım, elimi kaldırdım sesim aşırı titrek ellerimi söylemiyorum bile. Yanaklarım Çanakkale domatesi. Dudaklarımı araladım ve titremez olası ses tellerim titredi biyolojik işlevini yerine getirdi. O muhteşem sorumu sormuş bulundum.  “ben yazar olabilir mıyım?”

Yazarın yüzüme anlamsız bakışları ve bu yastan sonra zor çok daha önceden başlamalıydın demesiyle o koca düğümü yutkundum oturdum. Cevabın altında ezildiğimi yaklaşık bir saat sonra anlayabildim. Söyleşi sonu edebiyat hocam yanıma geldi. “insan sorduğu soruyla belli eder kendini bu nasıl soru Perihan?”  hocaya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum. Benim amacım kendimi belli etmek değildi de zaten yazarın ağzından olur cevabını almak istiyordum. Avucumu yaladım elbette. O cevaptan sonra zaten yazar olma hevesimi buruşturup çöpe attım.  

8 Kasım 2015 Pazar

Empatik Bir Dünya İçin

İçimi dökmekte başarısızlıklarımdan, korkularımdan ve üzüntümü paylaşmaktan çekinmişimdir hep. Uzun zaman önce karar verdim bu yavan çekincelerden kurtulacaktım. O nedenle derin bir nefes aldım ve bilgisayarımın başına geçtim. Vira bismillah dedim ve başladım yazmaya.

Bahsedeceğim şey korku, üzüntü ve başarısızlık değil; bu yavan çekincem bambaşka.

Bir İletişimciyim ve herkesle konuşmam gerekiyor. Ama ben ne hikmetse engelli dostlarımızdan hep kaçtım; itiraf ediyorum!  Hemde köşe bucak kaçtım. Başımı öne eğip göz göze gelmemeye çalıştım. Yüzümün kızarması da cabası. Şu noktada yanlış anlaşılmak istemem; bu kaçışım sevgisizlikten veya her hangi bir art niyetten değildi. Ben onları anlamamaktan korkuyordum, ben onlarla konuşamamaktan korkuyordum. Bir düşünün; ne kadar absürt değil mi? İletişimciyim ama konuşamıyorum. Anlayamıyorum.

Madem İletişimciyim dedim kendi kendime; o zaman kaçmayacaksın hiçbir insandan kaçmayacaksın! Empati kuracaksın ve tüm dünyaya empati kurduracaksın.

Bu gazla temmuzda işaret dili kursuna yazıldım. Derslere başladık ve bu kurs  dünyanın en eğlenceli en güzel kursu olabilirdi kanaatimce. İnsan var olduğunu hissediyor, insan level atladığını düşünüyordu :) ( açıkçası kendimi dünyaya empati dağıtacak bir süper girl gibi hissediyordum ve hissediyorum. :) ) hala da kursa devam ediyorum hemde bir üst tura geçtim tercüman olacağım inşallah, anlaşılamama sorununu komple ortadan kaldırıp empatik bir dünya yaratacağım. Tüm insanlar empatik olacak kimse kimseden kaçmayacak.

Ha, bu arada farkında olmadan çekincelerimden birini size; yani eğer olursa inşallah okuyucularıma açtım :)

Birde blog'umun hikayesini, isminin nereden geldiğinden de bahsetmiş oldum. Sonra vay efendim bu neydi, bu kız ne demiş demeyiniz :)

Empatik olabilmek ve empatik kalabilmek dileğiyle...